Tarihin sonunun ilanı ile her şeyin hız kazanmaya başladığı ‘tarihler’ takriben eştir: 90’lar civarı. Ama yine de, kesin bir tarih vermek gerekirse, tarihin kendi sonunun farkına varışı ve hızla kendini aşması 1992’de gerçekleşir. Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan’ı yayımladığı tarihtir bu ve huşu uyandırıcı bir şekilde, Jean Baudrillard da Son İllüzyonu’nu aynı tarihte yayımlar. Ortak dert bellidir: Son. Her ne kadar Fukuyama sona gelindiğini belirtse de (liberal demokrasinin nihai yönetim biçimi olduğu iddiası) ve Baudrillard sonun hiçbir zaman var olmadığını söylese de (içerim: nostaljinin ebediyeti), söylemler aynı doğrultudadır: Sondan sonrası, amaçsızlaşmış insanlığın kendi üstünde giderek yoğunlaşan deneylerine sahne olacak ve başka da hiçbir şey olmayacak (zaten Baudrillard’ın Telemorfoz’da üstünde durduğu tez de buydu). Bir analojiyle, bu, Dünya’nın yörüngesi etrafında sarmal biçiminde daireler çizen ve en nihayetinde dünyaya yanarak çakılan bir astronotun seyridir. Boşlukta salınmak, atmosferik kuvvetlere kapılmak. Yön yok. Ne yapmalı?
Hızlanmalı. 90’lardan beri ivmelenilme nedeni budur. Tarih bir erek sunduğundan, kendinde bir amaçtı, lağvıyla birlikte ise geriye kalan hareket için hareketti ve bu, mantıkî bir biçimde jestini ivmelenmede bulacaktı. Gerçekten de yönsüzlük, ‘yolsuzluk’, aynı anda ancak iki olasılık sunar: toplu atalet ve mutlak sürat. Gerçi ikisi de aynı sonuca vardığından, daha doğrusu birbirine dönüştüğünden, birbirine mahal verdiğinden pek bir şey değişmez. Atalet zihni hiperaktifleştirir, bedenin yüksek hızı ise her tür düşünceye ket vurur. Böylelikle tarihin sonundan sonra, her kapı tek bir hâle çıkar: Stasis of speed (yani hız stasisi, diğer bir deyişle fazla hızlanıldığında mekân kat edilmiyormuş gibi hissetme durumu). Yüksek hızla birlikte gelen durulma, durgunluk. Formula 1 pilotlarının yaşadığı tipte bir deneyim. Bu, tarihin sonundan sonraki deneyimin bir türevi, mikro modelidir: Sürekli akış. Ve tabii devamlı çözünme. Yitene dek.
Öyleyse, söz konusu olan nettir: Yersiz yurtsuzlaşma, ama koşulsuzundan. 90’lardan bugüne mesele budur. Berlin Duvarı’nın 1989’daki yıkılışı ile internetin kamusallaşmasının tam da 90’lar gelip çatmadan gerçekleşmesi, bu bakımdan yalnızca bir hazırlıktı. Böylece iki koşul gerçekleşmiştir: iki kutuplu ‘dünya düzeni’ yıkılıp yerine Amerika merkezli, tek elden yönetilen bir düzenin (aslında düzensizliğin, bkz. new world disorder) geçişi ve bilginin filtresiz sirkülasyonuyla birlikte zihinsel entropide ve sistemik karmaşada önü alınamaz bir artış. Bu koşullar şaşırtıcı bir şekilde on yıl evvel, 1979’da, Postmodern Durum’da Jean-François Lyotard tarafından da öngörülmüştü. Dolayısıyla, özünde bir eğilimin ifadesi ya da nihayetine varışıydı. Böylelikle, temelde iki şey gerçekleşmiş olur: bir, dünyayı deneyim biçiminin hızdan ayırt edilememesi, hızdan mülhem olması ve iki, benlik, kendilik, kısacası kimlik duygusunun kaybı. Nasıl ki hızlı hareket edenin durup düşünecek vakti yoktur ve tam da bu, onu bir isim, bir ‘ben’ kılmaktansa bir fail, bir ‘eyleyen’ hâline getirir, benzer şekilde tarihin sonundan sonra yaşayan, özellikle de doğan da bu bileşik koşula tabidir: Her şeyi yapmak ile hiçbir şey yapmamak arasında gidip gelmek. Sürekli akış, sürekli uyarım. Müzikal olduğu kadar nörokimyasal.
Bu tip bir akış, temelde ebedi bir tekrarı ivmelenmeyle eşlemek anlamına gelir ve mükemmel ifadesini kesinkes jungle’da bulur. Jungle’ın 90’lar sonrası akışların prototipik ifadesi olma nedeni, hormonlu hâli drum and bass ile (DnB) birlikte, sürekli olarak düzensiz ritimlerden oluşması ama temposunun da hiç düşmemesiydi. Sadece bu özellik bile, onu, ondan önce gelen her tür müzikten ayırıyordu. Ritmi sürekli kıldığından, bir nakarata sahip olmadığından, esasen ritmi görece sabit ama ivmelenmeye meyilli bir tempoda tutmayı kendine görev biliyordu ve bu, başlı başına bir ‘olay’dı; neredeyse Deleuzecü bir anlamda. Söz konusu olan kuşkusuz ki yalnızca bir müzik değildi ve tam da Mark Fisher’ın dediği gibi, siber âlemin yaratmış olduğu ‘kafa’nın tam teşekküllü bir sonik açımlamasıydı daha çok (K-Punk). Bu açıdan jungle, dünyayı kat eden, aynı anda usul (ya da atıl) ve süratli akışların sessel bir çıktısıydı, diyelim ki sermayenin akışlarıyla boğumlu arzu akışlarının seste modellenişiydi. Ve ivmelenme devam ettiği sürece, farklı biçimler altında geri dönecekti.
Breakbeat’lerin 2010’lar sonrası müziğini, ama özellikle de 2020’ler sonrası elektronik müziğini neredeyse rehin almasıyla beraber, bugün jungle heyulasının geri döndüğünü söyleyebiliyoruz. Öyle ki, tamamen breakbeat’lerce tanımlanan, köküne kadar breakbeat’e bulanmış müziğin bir adı dahi var ki o da breakcore. DnB jungle’ın hormunlu hâliyse, breakbeat’in de jungle’ın mutasyona uğramış, zombivari bir hâli olduğunu iddia etmek olası. Breakcore’un lensinden bakıldığında jungle gerçekten de bir prototiptir ama aşılması, sınırlarına itilmesi, şişirilerek patlatılan bir balon gibi infilak ettirilmesi gereken şeydir de. Protokol bu açıdan bellidir: Sürekli ritim değiştireceksin, ritmi tutmayacaksın ama kayıp gitmesine izin vereceksin. Bu protokole biadı tam olduğu düzeyde, breakcore, 2010’lar sonrası jungle’ın dirilişini ifadelendirir. Ve bu vasıfla bir tür hyper-jungle’dır. Jungle’dan daha jungle: Bir breakbeat üşütmesi.
Breakcore’u genel itibarıyla dikkat bozukluğundan mustarip, hiperaktivite tanısı konmuş ve mood stabilizer kullanan kişiler dinliyorsa, bu bir rastlantı değil. Jungle da genellikle ‘kafası güzel’ kişiler tarafından dinleniyordu. Böyle insan tiplerinin tam da bu müzikleri dinleme nedeni ise kuşkusuz ki zihin-bedensel ritimlerinin izi, imzası. Bu müzikler, ‘içerideki süre’ye, Bergsoncu anlamda değil de tamamen Guattarici anlamda arzu-makinesel süreye tam tabi olduğundan, gerçekten de ‘yaşanan zamanı’ doğrudan yansıtır ve hakikaten, bunda büyüleyici bir şey var. İnternet deneyiminin analojisinin sörf sporu üstünden yapılması manidardır (bkz. Gilles Deleuze’ün “Denetim Toplumları Üzerine Ek”i), ama daha da manidar olan, aynı deneyimin kendi soundtrack’ine de mahal vermesidir: Jungle’dan breakcore’a hızı soyutlanan ve sesi billurlaştırılan dünya. Şeylerin sürekli sirküle olduğu bir dünya. (Mümkün en soyut anlamıyla) sermayenin devir hızını duymak.
Böyle bir dünyada her şey sonsuz gözüken bir sirkülasyon sürecine tabi olduğundan, bu süreç etrafında cereyan eden kişinin algısı da aynı şekilde sonsuz bir sirkülasyona girer: Sürekli hat değiştirmesi gereken bir algı. Kuşkusuz ki breakcore’u dinleyenlerin ezici çoğunluğunun dikkat aralığının olağanüstü derecede kısa olması bir gösterge. Dolayısıyla, breakcore’a geldiğimizde, jungle’dakinden çok da farklı olmayan, ama kesinlikle daha yeğin bir müzikaliteyle karşılaşırız. Fakat bunun yanı sıra söz konusu olan, jungle’daki eslerden de tamamen kopmuş, breakbeat’in en amiyane tabirle bokunu çıkaran, breakbeat’le müzikal süremi doldurmayan ama müzikal sürem ile breakbeat’i eşleyen bir müzikalitedir. Müzik ki bu raddede amen break’in (prototipik breakcore sample’ı) virütik bir çoğalımından başka bir şey olmayacaktır. (Breakcore’un TikTok videolarında ve Instagram reel’lerinde fazlasıyla duyulan bir müzik olması da, hatta Twitter’da türlü videoyu breakcore’la harmanlayan profillerin/hesapların bulunması da boşuna değil, bu mecralara girildiğinde girilen akışın bir tür sonik ifadesi olması hasebiyle.)
ADHD: Breakcore’un revaçta olduğu dünyanın patolojisi budur ve bu, jungle’ınkinden pek farklıdır. Jungle bir deneydi, ketamin ve ekstazinin el değiştirip durduğu bir dünyanın müziğiydi. Breakcore’da ise kafa yaşamak için ‘madde’ kullanmaya gerek kalmaz, zira maddelerin maddesi herkesin elinin altındadır: Bilgisayar. Marshall McLuhan’ın iş yerlerinin, ofislerin, giderek de koca bir business olarak dünyanın LSD’sinin bilgisayar olacağını söylemesinden altmış yıl sonra, tam da şu an içinde bulunduğumuz on yılda, LSD olarak bilgisayar artık herkesin kullandığı bir ‘teknik madde’, öyle ki her şey (cep telefonu, tablet, kitap okuyucu vesaire) bir bilgisayar. Gerçekten de semptomlar aynıdır: Şenlikten merak etmeye, oradan aşırı duyarlılığa, sonra panik, kafa karışıklığı ve kaygıya geçiş ve bu tüm bunların hiçbir mantığa dayanmaksızın, hıphızlı gerçekleşmesi. Böyle bir dünyanın müziği de, doğal olarak, tabii ki klasik müzik olmayacaktı. Caz da olmayacaktı. Kuşkusuz ki breakcore’umsu bir şey olacaktı. Ve işte, breakcore oldu. Duvara bakmak, scroll’layıp durmak, swipe etmek ve benzerlerinin var olduğu bir çağda, aşırı bilgi yüklemesinden mustarip olunan bir periyotta, müzik de bundan payını alır: Değişen ölçülerle seyreden, çeşitlenip duran, her daim ivmeli bir ritim kompleksi.
Breakcore’un tarihin sonundan sonra, sonun geldiği iyice kanıksandığında ortaya çıkması da, vurgulayacak olursak, gayet makul. Jungle’da bile hâlâ tarihsel olarak izi sürülebilir müzikal numuneler söz konusuydu, örneğin raggae’nin yoğun kullanımında olduğu gibi. Oysaki breakcore’da bu tip bir tarihsellik bile son bulur ve geriye kalan tek şey olası tüm bağlamlardan soyutlanmış bir sample, yani breakbeat’tir, amen break’tir ve bu sample’ın (ya da ur-sample’ın) devridaimi hariç herhangi bir şeyin önemi kalmaz. Tam hız. Aslına bakılırsa, mesele bundan başka bir şey değil. Fakat salt hız için hız da değil, sürekli uyarıcı şekilde hızlanmaktır mesele. Tam da bu nedenle bas yalnızca ikincildir breakcore’da, birincil olan ise perküsyondur; zira ancak perküsyonun aşırı bir kullanımıyla, sürekli sönümlenen ve ateşlenmesi gereken bir enstrüman ailesinin sesselliğiyle, tabii özellikle de drum machine’le, uyarıcılık had safhaya varacaktır. Vurmalı çalgının durmak bilmez kullanımı, devamlı, mikro modülasyonlarla yeni pasajlar yaratır vaziyette işe koşulması, müziğin akışını sonsuzluğa iter; yani sondan azat oluşa. Breakcore parçaları kısaysa, çok kısaysa, bunun bir nedeni var: O parçayı sonsuz kez dinleyeceksiniz zaten, niye uzun olsun ki? Dıp tıs tak taka tıs tak taka tıs tak taka tıs tak tak tak, ad infinitum.
Sona (çoktan) gelmişken, bir penultimate soru: Breakcore’u bugün kimler yapıyor? Bu soru önemlidir, zira tamamen internet çıkışlı bir müzik, internetin üretmiş olduğu bir figür tarafından yapılmalıydı, mantıken. (Breakcore’un kökü 90’ların ortasına uzanır, yani tam da internetin kamusallaşmasından hemen sonraya… Olgunlaşması için ise 2010’ları beklemek gerekecekti…) Jungle’da menşei de yapımcı figür de belliydi: İngiltere’deki yeraltı kulüpleri ve başat olarak siyahi prodüktörler. Breakcore’da ise menşei belli bir figür söz konusu olmaz. Dolayısıyla, sorunun cevabı: Anon’lar; yani anonim kişiler. ‘Hiç kimse’ler diyelim. Öyle ki, bu kimselerin giderek insani bir yüzü, bir avatar’ı, bir ‘insan maskesi’ bile kalmaz, genellikle şeker anime kızlarıdır –ya da çizgi peluş hayvanlardır– breakcore’cular. Dj Kuroneko buna tipik bir örnektir. Ve daha çok glitchcore yapsa da, özünde brekacore’cu olan Sewerslvt da bir başka örnek. (Igorrr ise breakcore yapıp da ‘hâlâ insan kalabilen’ sayılı kişidendir.) Basitçe: Breakcore’un insani bir programı yoktur; Muammar Gaddafi’nin ‘üçüncü görüş’ünün de Aleksandr Dugin’in ‘dördüncü politik teori’sinin de geçersiz olduğu, yalnızca beşinci bir yolun mubah olabileceği, bir süreç olarak insandışılaşmadan başka bir şeyi içermeyen bir dünyanın soundtrack’idir o. Bu açıdan breakcore, ideolojik olarak belki de en çok Hegelian E-Girl’lüğe yakın. Ve bu ne mi? Kawaii apocalypse.
‘Son yerine’: Tarihin sonundan sonra, müziğin kendisinin yapaylığı kadar müziğin yapıldığı alanın ve müziği yapan yüzün yapaylığı da söz konusu olur: En yüksek hızlar artık herhangi bir insanilik kaldırmaz, ister mekânsal isterse de fizyonomik olsun. (Tam da bu nedenle saatlerce breakcore dinlemek nörolojik olarak gerçekten denge bozucudur; bir bakıma brainrot’un sonik bir varyantının sağlayıcısıdır breakcore.) Deleuze’ün Michel Foucault’dan feyzle sözünü ettiği ‘insan ölümü’nün (Foucault’nun eki) çağdaş bir yorumu? Belki. Ama mesele, daha çok, insandışının insanca bir arzusudur. Öyleyse insanla işi ve ilişiği kesmek gerekecektir ve breakcore özelinde söz konusu olan da budur, sessel olduğu kadar figüral düzeyde. Belki de bu durumu da bir tür semptom olarak okumalı. Yoksa insan beyninin artık kaldırmayacağı, her birimizi bir tür Johnny Mnemonic hâline getirecek bir müzik köşede bekliyor mu? Yoksa çoktan geldi mi? Prefrontal cortex’i eriten bir müzik? Corecore?