Alternatif Gerçeklik

Bir yazı denemesi yapacağım. Yazmaya başladım fakat cümle yazıp siliyorum ya da tekrar tekrar düzenlediğim cümleler oluyor. 

Bir renk körü olduğumu ve duyduğum seslerin sadece sesten ibaret olduğunu düşünüyorum. Aphex Twin’in iyi olmasının sebebi de bu olmalı. He literally has no idea what he’s doing. Renkler sentetik kodlardan ibaret. O kırmızı. Evet. Görüyorum. Bilgisayarıma girip adını yazıp açtığım müzik de bir kod.

Sürekli duyusal bir şeylere maruz kalıyoruz. Bu her zaman böyleydi. Duyumsamanın ve algılamanın diyalektik olumsuzlaması olan bir duyma evresine geçtik. Salt duymanın kendisi ya da resmen sağırlık olabilir bu. 

Hava aslında yarattığı ortama karşıt bir şekilde sıcak. Fırtına var. Bu sıcak ve fırtınalı havaya güneyden gelen rüzgarlar sebep oluyormuş. Ankara’da da çeşitli hava olayları oluyor fakat Datça’da meydana gelen hava olayları insanı daha çok içine alıyor. Doğrudan o hava olayının içerisinde kalıyorsunuz. Doğrudan bir etkileniş söz konusu. İşte algı! Geri döndüm.

Bir tutukluk hali içerisindeyim. Sürekli şekilde hissettiğim bir engel var. Bu engeli ya doğrudan ben yaratıyorum ya da etrafımdaki sosyal ve iletişimsel nedenler buna neden oluyor. Sorunun bende olmadığını daha fazla düşünmeye başladım. Buna neredeyse eminim. Benim hiçbir suçum yok.

On beş yıldır bir güzel sanatlar fakültesinde sanat hakkında öğrenim görüyorum. Resmi olarak gözüken bu şekilde. Üniversite kurumu bana, içerisinde oto-didaktik bir eğitim ve öğrenim tarzını deneyimleme fırsatı sundu. Tam olarak böyle değil, şöyle; sanat öğrenimi beni duyarsızlaştırdı. Bu duyarsızlık beni fiziksel arayışlara yönlendirdi. 

Kendimi heykel yapma düşüncesine ancak son birkaç yılda getirebildim. Heykel yapmaktan anladığım en sonunda sadece bir somutluk gerçekleştirmek düşüncesi oldu. Beklenmedik, unfunctional bir biçim yerleştirebilmek. Öznel olmayan diyeceğim çünkü öznel bir şey olamaz. Gelinen noktada sadece bir somutluk gerçekleştirmek düşüncesine varmak öznel bir varlığın olamadığı, olamayacağı düşüncesiyle ortak tabii ki. Yaptığım en büyük yanlış, başlarda öznel bir varlığımın ve anlamımın olduğu konusunda çabalamaktı. Böyle bir öznel durumun neredeyse yok olduğunu, dışarıyla bağımın ancak ince bir zar gibi bir şeyle ayrıldığını hissedebildiğim anda heykel yapmanın ya da sanat yapmanın bir yük olamayacağını anlamış oldum. İçe kapalılıktan bahsetmiyorum, bir saydamlık olabilir bu.

Dışarıya karşı verdiğimiz her tepki hatta içe dönük halimiz bile kültürel. Tarihsel. Zamanın şu ana kadar biriktirdiklerini yaşıyoruz. 

Bence bu üretmemiz için bir neden oluşturmalı. Sıra bize geldi. Yapın gitsin! Yapmamak gibi bir seçeneğin kalmadığı bir zaman. Sürekli bir yapış hali. Herkes bir şeyler yapıyor. Herkesin belli özellikleri var. Herkesin belli ilgi alanları var. Herkes özel.

Bundan önce uzun süre heykel yapmak ya da sanat yapmak karakterime, bir özne olarak varlığıma ekleyemediğim bir durumdu. Aslında yaşamımı hep, bir tür sanatmış gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Joseph Beuys’un dediği anlamda değil. Bir fark hissediyorum ama bu özel bir fark da değil. Hissetmesi insanı zorlayan bir fark. Herkes kadar olmakla, ayrı olmak arasında zorluk çeken bir fark hissi. Farklılık değil daha çok bir farkın hissedilmesi. Derdim Deleuze felsefesiyle bir uyum yakalamak da değil. Sonrasında böyle bir farkın olmadığını da anladım. 

Morandi’nin resimlerinde belirsizleşmeye başlayan, nesnelerle beraber öznenin kendisi. İzleyici olarak özne, resimdeki nesneler üzerinden silikleşiyor (Bu resimlere Google’dan bakıyorum, hello!)

Yaşadığın yer ve coğrafya da önemli. Işık, dünya üzerine düştüğü her noktayı özel bir yere dönüştürüyor. Benim bulunduğum yer her zaman bir sürünceme halinde kalacak. 

Yapıp ettiklerim üzerinden gelinen noktada şunu anladık. Ürettiğim bu somut şeyler, heykeller ya da nesneler, uzama yerleştirildikten sonra birbirleri arasında bir iletişim başlıyor. İzleyici bu iletişime tanık oluyor. Eser ve izleyici arasındaki salt görmeye dayalı bağın iptal edilmesi. İzleyicinin edilgen bir pozisyonda bırakılmasına izin vermeyen bir iletişim. Bu sergileme biçimi izleyiciyi o ortama davet ediyor. Somut ve geometrik biçimlerin birbirleriyle kurabildikleri iletişim yoluyla izleyici ile aynı konumda ve zeminde olma durumu elde edilmiş oluyor. İzleyici, ben ve bu biçimler arasında eşitlikçi bir bağ olsun derken bunu ifade etmek istiyordum.

Benim denediklerim mekânı ve zemini dolaylı olarak sorguluyor. Tıpkı her insanın günlük hayatında yaptığı gibi. Bilmeden ama bilerek o mekânla ve zeminle ilişki içine girmek. Yaptığım biçimler bunu sağlıyor. Mekânı ve zamanı, nesnelerin belirlediği bir görüşü savunabilirim.

Bu aslında görmeye de hakkını veren bir adım olabilir. Görmenin, bedenden kopuk olarak gerçekleştiği bir algılayış değil, tersine bedenle görmeyi sağlayan biçimler, nesneler ya da evet, genişleyen bir alan olarak heykel. Paris’te L’Atelier Brancusi’yi birkaç kez ziyaret etmiştim. Oradaki halim de buna benzer bir durumdu. Yaşadıklarımın beni değiştirdiğini hissediyorum.

Bu yazıyı bir önceki paragrafta bitirmiștim. Birbirleriyle ilişki kuran nesneler yapma eğilimimi tekrar düşündüğümde, bunların aslında benim dışarıyla ilişki kurmakta zorlandığım için yarattığım alternatif bir gerçeklik olabileceğini farkettim. Bu da olabilir.

Etiketler: Etiket yok

Comments are closed.