Ken Vandermark’ın müziğini sevmek elbette tercihe tabiidir. Sayısı yüzleri bulan, onlarca türe o ya da bu şekilde dokunan (ama daha da güzeli, hiçbirine dokunmayan) projeleri arasından sevebileceğiniz bir tanesi bile çıkmayabilir. Adlı adınca söyleyelim: Ken Vandermark tanımamak, kim olduğunu bilmemek, ama, olsa olsa talihsizliktir.
Ben Ken Vandermark’ın müziğiyle tanıştığımda çok sancılı ama çok da gerekli bir dönüşümden geçiyordum. Kökleri çevresindeki yapıları sarsacak kadar güçlü birer ağaç zannettiğim ilişkilerin kuruyup ufalandığı, taşradan kendini güç bela kente atmış birisi olarak gürül gürül bir kaynak yerine çeşitli yozlukların ördüğü çıkmaz sokaklar bulduğum bir evredeydim. Üstelik bu yozluklarla yıkanmaya direnemeyecek kadar da iradesizdim. Bir arkadaşımın anımsamaktan da anmaktan da pek hoşlanmadığı şekilde ifade ettiği gibi ‘edebiyat ortamı denen romantik komedi’ içinde üç beş laf edebileceğim birini arıyordum. Öncüllerinin ismini bilinçli bir tercihle anmıyorum, ileride kimilerinin bahsi geçecek ama Ken Vandermark ve Mats Gustafsson gibi insanların bana başta fena halde yabancı gelen yaratıcı gücüne iliştiğimde, kaynak ve ürün, dogma ve kanon sorunu bende iyice belirginleşti. Arkadaşımın sevmediği kendi ifadesini dolaşıma yeniden sokabilmek için belki şöyle makyajlayabiliriz: ‘Sanat ortamı denen romantik komedinin’ dönüştürücü bir müdahale için parmak oynatmaya bile değmeyecek bir sirk olduğunu bana bu insanlar öğretti. Öğrettikleri gibi de kentten beklediğim, nedense kente atfettiğim açılma ve ardından akma böylece gerçekleşti.
Noesis’i takip edenler, eğer henüz Ken Vandermark’ı bilmiyorlarsa aksini talihsizlik olarak nitelediğim tanışmayı gerçekleştirmeye zahmet edeceklerdir, hiç değilse bu uzun girizgaha sabredip Ken Vandermark’ın söylediklerine kulak vereceklerdir. Zaten tanıyanlara uzaklardan bir dost selamı getirdiğimi söyleyebilirim.
Bu mülakat, 19 Mart’ta ilk barikatın aşılmasından birkaç gün sonra gerçekleşti. Başlangıçta muradım bu metni, izlenimlerimi de içeren bir röportaj halinde yayımlamaktı ama görüyorum ki heyecanım, aktaracağım konuşmayla arama sağlıklı bir mesafe koymamı engelleyecek. Bu yüzden, özgül ağırlığı ve etki alanı milyon dolarlık bir endüstrinin yarattığı küçük ama sürekli kıpırtıları aşan birinin, örgütlenme ve birlikte hareket etme ihtiyacının en çok belirginleştiği günlerde sorularıma verdiği yanıtları, okunurluğa dair kritik müdahaleler hariç özüne hiç dokunmadan sizinle paylaşıyorum.
— Furkan Çolak
Üretken bir sanatçısınız. Sadece müzikte değil, birçok farklı projede de önemli sorumluluklar üstleniyorsunuz. Diğer sanatçılara ilham vermesi için çalışma rutininizden bahseder misiniz? Yıllar içinde geliştirdiğiniz ve etkili olduğunu düşündüğünüz yöntemler var mı?
İlk söyleyeceğim şey şu olacak, kulağa biraz klişe ya da romantize edilmiş gelebilir, ben yaptığım işi hakikaten çok seviyorum. Belki de en mutlu olduğum anlar, sahnede seyirci karşısında müzik yaptığım anlar. Sahneye ulaşana kadar harcanan emek, organizasyonel sorumluluklar ve saire bazen çok yorucu ve moral bozucu olabiliyor. Bereket versin harika insanlarla çalışıyorum ki bana bu zorluğu unutturacak kadar güç ve motivasyon veriyorlar. Ne zaman sahneye çıksam hâlâ içim kıpır kıpır oluyor. Benim adıma bu durum yıllar içinde hiç değişmedi. Tüm bu lojistik zorluklar yorucu ve bıktırıcı ama sahnede müzik yapmaya olan tutkumun özellikle Covid’den sonra daha da ivmelendiğini söyleyebilirim. İnsanlarla birlikte çalamamak, turneye çıkamamak… Bu tür yoksunluklar müziğin benim için ne kadar anlamlı olduğunu daha da derinden hissettirdi. Müzik zaten her zaman iş birliğine dayanır. İnsanlarla birlikte olmakla, insanlarla birlikte üretmekle ilgili bir meseledir. Bir buçuk yıl boyunca Chicago’da yaşadığım mahallenin dışına bile çıkamamış olmak, müziğin sosyal boyutunu da kaybedeceğim endişesine kapılmama sebep oldu. Sadece insanlarla prova yapmak ya da çalışmak değil sözünü ettiğim, birlikte çaldığım müzisyenlerle akşam yemeği yemek, o sırada fikir alışverişinde bulunmak, tümü bu deneyime dahil. Covid sırasında bu sosyal alanın kaybı çok büyük bir boşluk yarattı. Şimdi turneye çıkabildiğim her seferde bunun ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlıyorum.
Rutinime gelirsek… Belirli bir günlük rutinden söz edemiyorum çünkü her gün farklı bir gündemle geliyor. Evde geçirdiğim günlerde bile her gün başka başka işler çıkıyor, turne organize etmek gerekiyor, seninle şu an yaptığımız gibi görüşmeler yapmak, konsere gitmek, havalimanına yetişmek falan gerekiyor. Sabit bir düzen kurmak zor. O yüzden sürekli o günün gündemine ayak uydurmaya çalışıyorum. Ama her gün mutlaka müzikle ilgili bir şey yapmaya özen gösteriyorum. Eylül ayında 60 yaşıma girdim. Yıllardır yaratıcı işlerle idari işler arasında denge kurmakta zorlanıyorum. Sahneye çıkmak istiyorsam, idari işleri yapmak zorundayım ama bilgisayar başında saatlerce e-posta yazmak, turne ayarlamaya çalışmak esas işi müzik olan biri için kesinlikle keyifli uğraşlar değil. Yine de sahnede olmanın bedeli bu. Covid’den sonra işler her ne hikmetse daha da karmaşıklaştı. Turne ayarlamak, konser organize etmek daha da zorlaştı. Yanıtladığın bir e-posta hemen birkaç e-postaya daha neden oluyor.
Birkaç hafta önce artık dayanamadım. Kendimi çok mutsuz hissetmeye başladım çünkü yaratıcı işlerle uğraşmazsam müzisyen olmanın ne anlamı kalıyor ki? Yıllardır bu işle uğraşan biri olarak bunu daha erken fark etmem gerekirdi ama şimdilerde günün ilk yarısını yaratıcı işlere, ikinci yarısını ise idari işlere ayırıyorum.
Sabah daha enerjik hissettiğinizden mi yapıyorsunuz bunu?
Keşke öyle olsa ama ben sabah insanı değilim. Şöyle diyelim: “Madem öyle sabah kahve içerken şu idari işleri bitireyim, e-postaları cevaplayayım da aklım orada kalmasın. Bunları kafamdan atınca da esas işlerime geçerim.” Ama an geldi, idari işlerle o kadar çok vakit harcamaya başladım ki gün ilerledikçe başka işler peydah olmaya başlıyordu. Bir mesaj başka bir mesaja yol açıyor, o mesaj başka bir projeyi tamamlamak için başka adımlara dönüşüyor çünkü aynı anda birçok projeyle ilgileniyorum. “Saat üçte bırakırım bu işleri, sonra müzikle ilgilenirim.” diyorum ama saat dört oluyor, beş oluyor… Bir bakıyorum öğle yemeğini kaçırmışım, yorgunum, açım ve tükenmiş hissediyorum. O durumda müzik yapmak neredeyse imkânsız hâle geliyor.
En sonunda canıma tak etti. Dedim ki, “Bu iş böyle olmayacak. Eninde sonunda ben müzisyenim, işim e-posta cevaplamak değil.” Çok basit bir hakikat aslında ama bunu bu kadar geç fark ettiğim için kendime kızıyorum. Yaratıcı uğraşa öncelik verdiğimde, ofis işleri de daha verimli yürüyor. Son birkaç haftadır bahsettiğim şekilde çalışıyorum ve lojistik işlerde de en az eskisi kadar yol alıyorum. Bunu sen de fark etmişsindir: Ne kadar çok e-posta cevaplarsan, o kadar çok geri dönüş alıyorsun ama sen cevap vermek konusunda ne kadar tasarruflu davranırsan, insanlar tek seferde tüm detayları yazmak zorunda hissediyor çünkü biliyorlar ki muhatapları çok uzun süre cevap vermeyebilir. Bu sayede müziğe epey vakit kaldı.
Yani insanlara önerim şu olur: Önce esas yapmanız gereken işi yapın, gerisi kolay. Müzisyen olduğuma göre örnek de buradan olacak, ben her gün çalmaya çalışıyorum. Konserim olsa da olmasa da çalışıyorum. Temel egzersizleri yapıyorum, besteler üzerinde çalışıyorum, uzun sesler, gamlar, metronomla egzersizler, extended techniques denilen şeyler… Hepsi temel ama üzerine çalışılması gereken şeyler çünkü konser dediğimiz şey, aslında o geliştirdiğiniz becerilerin uygulandığı bir alan. Sen de sanatçısın, bilirsin: Sürekli çalışırsan daha hızlı, daha berrak fikir üretmeye başlarsın. Gelgelelim turneler uzadıkça insanın teknik becerileri de körelmeye başlıyor. O yüzden eve döndüğümde, tüm temel teknikleri şöyle bir yeniden çalışıyorum. Farklı enstrümanlar çalıyorum, her birinin talep ettiği teknik beceriler farklı. Böyle olunca hepsine ayrı ayrı zaman ayırmam gerekiyor.
Bestecilik kısmına gelirsek… Özellikle doğaçlamaya açık müzisyenler için müzik yazmak beni çok heyecanlandırıyor. Bu yüzden kendime sürekli teslim tarihleri koyuyorum. Mesela şu sıralar Nisan ortasında başlayacak bir projeye hazırlanıyorum. Skopje’den müzisyenlerle ve dostum, davulcu ve aynı zamanda bir grup lideri de olan Paal Nilssen-Love ile çalışacağız. 31 Mart’ta Avrupa’ya uçacağım, yani müzikleri birkaç gün içinde tamamlamam gerekiyor. O yüzden şu an sürekli yazıyorum. Bir de şu ilham beklemek denen mit vardır ki, aman aman…
İlhamı ‘mit’ olarak adlandırmanız hoşuma gitti.
Çünkü bu bir iş, arkadaş. İlham gelmesini bekleyeceksen, çok beklersin. Asıl ilham işe başladığında geliyor zaten. Zihnini çalıştırmaya başladığında, kalemi kâğıda değdirdiğinde… Bu bir disiplin meselesi. Duke Ellington bu konuda idolümdür. Aklımda kaldığı haliyle söylüyorum tabii ama ona neden bu kadar üretken olduğu sorulduğunda verdiği cevap şu: “Çünkü son teslim tarihim var.” Eser bitmeli çünkü bitmesi gerekiyor. İlham dediğimiz şey, öyle bir şey varsa yani, o zorunluluk hissinden doğuyor. Mesela şu anda ben, Chicago’dan ayrılmadan bu besteleri bitirmek zorundayım. Yoksa projenin bir ayağı topal kalacak çünkü işin yarısından ben sorumluyum. Bu bile tek başına çok iyi bir motivasyon.
Seyirci karşısında çalmayı çok sevdiğinizi söylediniz. Bazı müzisyenler bunun tam tersidir, bestelemek ya da kayıt yapmakla yetinir. Bu özelliğinizi nasıl keşfettiniz? Çünkü siz aynı zamanda çok fazla beste de yapıyorsunuz. Bu denge sizin için nasıl işliyor?
Yani seyirci karşısında çalmayı sevdiğimi nasıl mı fark ettim?
Evet evet.
Aslında hep içimde vardı diyelim. Sekiz yaşımda müziğe başladım, on altı yaşıma kadar trompet çaldım ve berbat bir trompetçiydim. O dönemde Sonny Rollins’in büyük hayranıydım, müzik de yapmak istiyordum ama işte, trompet dudak yapım için uygun değildi. Trompet üst dudakla çalınır, o da bana uymuyor. Saksafon alt dudakla çalındığından bir umut ona geçtim, neyse ki hakikaten de daha başarılı oldum. O karar benim için çok önemli ve belirleyiciydi.
Boston yakınlarında bir devlet okulunda okumaya başladım. Devlet okuluydu ama müzik programı vardı. Okul orkestrasında çalıyordum, çok da hoşuma gidiyordu. Zaten çocukken ailem beni sürekli caz konserlerine götürürdü. Çok erken yaşlarda Art Blakey gibi isimleri canlı izledim, Johnny Griffin’i falan. Bu efsanevi insanları sahnede görünce haliyle büyülenmiştim. Sahnedeki hâlleri, kişilikleri… “Bu insanlar ne yapıyorsa bende aynını yapmak istiyorum!” dedim içimden. Ne yaptıklarını tam olarak anlamasam da o müziği dinlemek, canlı deneyimlemek, evde yeniden dinlemek… Cazın içine doğdum diyebilirim.
Dinleyiciye çalma fikri hep çok cazipti. Lise yıllarımda doğaçlamaya merak saldım. Caz grubundaydım, orada başladı merak ama en başından beri canlı performans denen şeye âşıktım, dinlemeye de çalmaya da. Beste yapmaya gelince… İlk başta daha geleneksel caza takıktım ama zamanla dışavurumcu şeylere yöneldim. Miles Davis, Sonny Rollins, Duke Ellington, Thelonious Monk… Bu isimlerin hepsi aynı zamanda besteciydi. Dolayısıyla ben de “Demek ki bu insanlar gibi olunacaksa beste yaparak olunacak.” diye düşündüm.
Lisede okul grubu için orijinal parçalar yazmaya başladım. Kendi grubumu da kurmuştum, parçalarla uğraşıyor, doğaçlamaya çalışıyordum ama daha yolun başındaydım tabii. Üniversitede de devam etti bu uğraş. Montreal’de sinema okuyordum ama bir yandan da müzik yapıyordum. Orada da kendi grubum vardı. Müziğe ilgim giderek artarken, üniversiteye olan ilgim azaldı. Sırf bizimkilere söz verdim diye güç bela diploma aldım. Özellikle son senem çok fenaydı çünkü sadece ve sadece müzik yapmak istiyordum.
Caz kulüplerinde büyümüş olmanız da bunda çok etkili olmuştur sanırım. Seyirciyle kurulan o etkileşim… Stadyum konserlerinde öyle bir şey mümkün değil herhalde.
Kesinlikle mümkün değil. Bahsettiğim konserlerin çoğu çok küçük salonlardaydı. Mesela Don Cherry ve Ed Blackwell’i Boston’da arka arkaya iki gece izleme şansım oldu, duo çalıyorlardı. Salon belki kırk kişilikti. Ed Blackwell ve Don Cherry’den beş adım ötede oturuyordum. Ne yaptıklarını tüm detaylarıyla görebiliyordum. Yani tam dediğin gibi, ben böyle bir ortamda büyüdüm. Seyirciyle olan o samimi etkileşimden aşağısı kurtarmıyor.
Ayrıca yaşım küçüktü ya, liseli bir çocuktum, bu müzisyenler bana çok sıcak davranırlardı. Babam beni kulise götürürdü. Art Blakey “Aa, saksofon mu çalıyorsun? Şahane!” falan derdi. Hayran olduğum insanlar bana gerçekten insan gibi davranıyordu. Bu inanılmaz bir şeydi. O dünyanın bir parçası olmak, kendi yolumu orada bir yerde aramak çok doğaldı benim için.
Hayatımın o döneminde disiplin ve rutinle ilgili de bir şey fark ettim. Kendi müziğimi yapmak istiyordum. Kendi yazdığım müzikleri çalmak ya da kendi müziğini yazan müzisyenlerle çalışmak istiyordum. Şunu demek istiyorum, istemediğim bir işte müzisyen olarak para kazanmak da istemiyordum, düğünlerde çalmak olsun, partilerde çalmak olsun. Sadece gerçekten çalmak istediğim müziği yapmak istiyordum. Üniversiteden mezun olduktan sonra gündüzleri hırdavatçıda ve markette çalıştım. Chicago’ya taşındığımda, komiktir ama, Art Institute of Chicago’nun muhasebe bölümünde çalıştım, haftada beş gün, sabah dokuz-akşam beş.
Ama çaldığım her müzik kendi müziğimdi. Prova yaparken bile sadece kendi istediğim şeyleri çalıyordum. Kendi müziğime katkı sağlayacak şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Yani bayılmadığım bir işten geçimimi sağlarken, müzikte tamamen özgürdüm. Diğer müzisyenlerde bunun tersini gördüm. Hem düğünlerde hem de yaratıcı projelerde çalan insanlar, zamanla yaratıcı işlerden uzaklaşmaya başlıyor. Çünkü yaratıcı projeler çoğunlukla para getirmiyor.
Bahsettiğiniz işler sanatçıdan çok fazla şey alır, motivasyon anlamında da enerji anlamında da.
Ben de tam olarak bunu gözlemledim. Mesela şöyle düşün: Düğünde çalıyor, 300 dolar alıyor. Ama doğaçlama bir konser için sadece 25 dolar alacak. Kirasını ödemesi gerekiyor. Dolayısıyla tercihini paradan yana yapıyor. Sonra iş yaratıcı projelere geldiğinde, motivasyonunu kaybetmiş oluyor. Sahici bir tutku kalmıyor ortada. Yaratıcı olmaya dair o heyecan yok oluyor. Ben de gördüm ki benim için en doğrusu kendi bildiğim yoldan gitmek.
John Cassavetes’i tanıyorsundur sanırım.
Elbette.
John Cassavetes, popüler Hollywood filmlerinde oyunculuk yaparak para kazanıyordu. Sonra o parayla kendi filmlerini çekiyordu. Hem de epey özgün, yaratıcı, alışılmışın dışında filmlerdir bunlar. Herkesten bunu bekleyecek, maaşlı hayatı seçen insanları kınayacak halimiz yok elbette. O zemin çok kaygan. O yüzden Cassavetes’in yaptığı şey bana göre çok büyük bir başarı. O disiplini göstermek, parayı alıp kaçmak yerine o parayla kendi evrenini yaratmak. Ben, ama, bunu yapamayacağımın farkındaydım. Yani istemediğim bir müzik yapayım, sonra onunla istediğim müziği finanse edeyim, çok da benim yapabileceğim bir şey değildi.
Sonuçta insanın nasıl bir yaşam istediğiyle ilgili bir şey bu, değil mi?
Evet, kesinlikle öyle.
Konuşmanın aldığı yön sonraki sorum için güzel bir ortam sağladı. Sanatçılar üzerine yaratılan bir mit vardır ya, ne yaşarlarsa yaşasınlar, ne yaparlarsa yapsınlar hayatlarının her anı olağanüstü birer maceraymış gibi anlatılıyor. Sanatçının hayatında gündelik tıkanıklıklara ya da açılmalara yer yokmuş gibi yani. İster caz müzisyeni olsun, ister rock yıldızı… Eminim, ünlü olmayı ve ünlülüğün yanında gelen diğer yaşantıları çok seven insanlar da vardır ama John Cassavetes gibi, sadece kendini sanatçı olarak gerçekleştirmek isteyen insanlar da var. Bugünün politik ortamını da düşünürsek, özellikle Amerika’da öne çıkan anlatı şu: Girişimci olmalısın, milyoner olmalısın, seni bir anda özel ve önemli yapacak harika bir fikrin olmalı. Bu bana bireyi odasına ve bir anlamda kabrine kapatmakmış gibi geliyor. İnsanları birbirinden çok uzağa fırlatıyor. Böyle bir çağda sizin için iş birliği ve kolektivite ne anlama geliyor? Neden hâlâ başkalarıyla birlikte üretmeye çalışıyorsunuz? Sonuçta kendi başınıza da bir başarı hikâyesi olabilirdiniz. Ya da olabilir miydiniz?
Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum, bence de bu çağın ruhu kokuştu. Geç kapitalizm… Siyasi, ekonomik, kültürel ve ekolojik anlamda neler yanlış gitti dersen, şimdi saymakla bitiremeyiz. Benim deneyimimden söz edeceksek eğer, benim için iş birliği sonsuz bir enerji ve ilham kaynağı oldu hep.
Ben müzik üzerinden konuşmayı tercih ederim çünkü müziğe dair ne varsa, hayata da o yansır. Ama şu çok net: Müzik endüstrisi dediğimiz yapı, en başından beri müzisyenleri izole etmek üzere kurulmuş bir düzendir. Kusura bakma köpeğim biraz gürültü yaptı, bir saniye…
Hiç sorun değil.
En başından beri amaç, müzisyenleri yalnızlaştırmak. Popüler rock camiasında ya da pop müzikte imzalanan albüm sözleşmeleri buna çok iyi örnektir mesela. Şirket size stüdyoya girip albüm yapmanız için bir avans verir. Sanatçı da bunu “E süper! Para geldi, stüdyoya kapanır albümü yaparız, boş vakitlerde de lüks mekanlarda takılırız!” diye yorumluyor. Fark etmiyorlar ki bu para aslında albüm satışlarından kesilecek bir avans. Yani sizin paranız değil, yok öyle bir para. Harcıyorsunuz, sonra albüm satmazsa şirket bu parayı “zarar” olarak gösterip vergi indirimi alıyor. Siz de hem şirkete o parayı borçlanıyorsunuz hem de borca karşılık müziğinizin haklarını kaybediyorsunuz. Bu sadece bir örnek. Bu sistem hep böyle işledi.
Şu anda ise işler daha da kötü. Spotify gibi platformlar, dürüst olayım, bana göre resmen suç işliyorlar. Sanatçılara adil ödeme yapmıyorlar. Üstelik algoritmalar da bir çeşit modern payola sistemine dönüştü. Büyük plak şirketleri Spotify’a para vererek algoritmayı kendi sanatçılarını öne çıkaracak şekilde manipüle ediyorlar. Yani her şey palavra. İnsanları birbirinden uzaklaştırmak bu sistemin işine geldiği için sıkılıyor bu palavra. Halbuki çoğu müzik grup halinde yapılır. İnsanlar birlikte çalar ama pop dünyasında, güç odakları genelde grupları dağıtmak istiyor. Mesela Talking Heads örneği… Bir anda dedikodular çıkıyor, grup dağılıyor. David Byrne başka bir yere, Tina Weymouth ve Chris Frantz Tom Tom Club’a gidiyor. Ortak vizyon para ve şöhret yüzünden paramparça ediliyor. Başlangıçta o yaratıcı pusula bir bütünken hem de. İşte yaratıcı müziğin tarihi bu, bizim ilgimizi çeken ve keşfetmek istediğimiz şey bu. Ama müzik ekonomisinin tarihi, yani %99, yaratıcılığın baltalandığı öykülerden ibaret.
Carducci’nin Rock and the Pop Narcotic kitabında dediği gibi: “Şöhret ve para, ne yaparsan yap, yaratıcı ruhu kemirir.” Bugün tamamen bunun üzerine kurulu bir çağdayız. Yaşama anlamlı bir katkıda bulunmayan ama sadece ünlü olduğu için ünlü olan insanlar var. Kardashianlar söz gelimi… Bugüne dek yaşam için ne yapmış bu insanlar? Sadece şöhretlerini kullanarak para kazanmışlar. Topluma ne katkıları olmuş? Hiç. Basite indirgiyorum belki ama o kadar da indirgemiyorum emin olun. İnsanlar da bunu görüyor, müzisyenler dahil, TikTok’ta birisi milyon takipçiye ulaşmış, bir sürü para kazanıyor. Eskiden bir sanatçının ürün tanıtması ayıplanırdı. Şimdi bu tamamen normal, hatta ‘cool’ sayılıyor.
E müzisyenler de “Ben de isterim!” diyor. Spotify’da biri müziğimi keşfeder, daha çok albüm satarım, daha çok konser veririm sanıyorlar. Bu büyük bir kolpa. Kimse seni Spotify’da keşfetmeyecek. Parayla algoritmayı oynatsan da olmayacak bu. TikTok’ta ya da YouTube’da gördükleri o tek tük örnekler insanlara “E neden olmasın?” hissi veriyor. Olsa olsa bir piyangodur bu. Bileti herkes alır, ödülü biri kazanır. Bu tür istisnalardan kimseye bir yol haritası çıkmaz.
Yani senin de söylediğin gibi, bugünün zeitgeist’ı insanları birbirinden koparmaya çalışıyor. Asıl güç sadece bireyde değil, kolektif harekette de yatar ama. Tek bir ses birçok sesten oluşan korodan daha güçlü olamaz, bu kadar basit. O yüzden ben kendi topluluğumla çalışmayı tercih ediyorum. Bu topluluk sadece Chicago’daki müzisyenlerden ibaret değil değil, Avrupa’dan da müzisyenler var, Japonya’dan da, Brezilya’dan da, Amerika’dan da… Dünyanın pek çok yerinde tanıdığım, birlikte iş ürettiğim insanlar var. Bu ilişkiler gerçek ilişkiler çünkü benim için bu tür ortaklıklar, iş birlikleri yaşamsal.
Yıllar içinde gördüm ki elimizdeki kaynakları, onlar her neyse, paylaşınca işler gerçekten yürüyor. Mesela şu an Skopje’den müzisyenlerle yapacağımız bir proje var. Sizin kolektifinizle de iletişime geçip “Bu sefer sizin ülkenizin çok yakınına geliyorum, birlikte bir etkinlik yapabilir miyiz?” dedim. Maddi koşullar bu defalık el vermedi ama artık birbirimizi tanıyoruz. Bir dahaki sefere işlerin daha kolay yürümesine kapı açacaktır bu. Şimdi olmaz, bakarsın bir dahakine olur. Bu yüzden kaynakları cömertçe paylaşmak her zaman en iyisi bana kalırsa.
Ama şu anda insanlara öğretilen şey: “Her şey benim. Kimsenin iletişim bilgilerini paylaşmam çünkü belki o kişi işi alır da ben alamam.” Neden? “E zaten çok az iş fırsatı var.” Halbuki asıl kaynaklarımızı paylaşmazsak yaşayamayız.
Kesinlikle. Bu bir ekosistem.
Hah! Bu bir ekosistem.
Ne kadar çok verirsen, o ekosistem o kadar büyür. Sonunda sen de bundan faydalanırsın. Kaldı ki burada bahsettiğimiz kazanç, bizi büyük sermayeye dönüştürecek bir kazanç değil. Bu işten zengin olmayacağız ama birlikte anlamlı bir hayat sürebileceğiz. Bence bu yüzden birçok genç sanatçı depresyonla boğuşuyor. Çünkü ‘özel’ olmaları gerektiğini, ‘biricik’ olmaları gerektiğini düşünüyorlar.
Geçenlerde bir arkadaşımla bu konuyu konuşuyordum. Marker adında bir grubum vardı. Grubun üyelerinden biri, Macy Stewart, yirmili yaşlarının sonundaydı o zaman. Çok başarılı, müthiş bir müzisyen. Ama daha otuzuna gelmeden ‘yeterince şey yapmadım’ stresine girdi. İnanılmaz işler yaptı halbuki, popüler müzikte de deneysel sahnede de. Cidden çok iyi müzisyen… Ama, işte, bu nasıl bir baskı? İnsanlar daha otuzuna gelmeden bütün olasılıkları tükenmiş gibi hissediyor.
Bu öyle hemen tükenecek bir fitil değil. Mesela Peter Brötzmann, adam son nefesine kadar müzik yaptı, seksenlerine kadar çaldı. Joe McPhee hâlâ müzik yapıyor, o da 85 yaşında. Bu iş ömürlük bir iş. Yani 25 yaşındaysan, bir de üstüne ‘vakit daralıyor’ diye düşünüyorsan, burada bir gariplik var demektir. Bir şeyler ters gidiyordur yani. Bu yüzden odaklanmamız gereken şey ekosistem ve sürdürülebilirlik olmalı, nasıl gezegen için sürdürülebilirlikten söz ediyorsak sanat için de bunu konuşacağız.
Sanatı bir sistem olarak görürsen, makinenin neresi aksıyor, onu da görebilirsin. O zaman sistemi analiz edebilir, çözüm arayabilirsin. Sosyal medya ve politika, yaratıcı insanlara esas zararı burada veriyor. Bize düşen, özellikle sosyal medyayı doğru bilgiyi aktarma araçlarına dönüştürecek imkanları araştırmak. Bulunması zor olsa bile.
Catalytic Sound da böyle bir motivasyonla doğdu. Tıpkı sizin kolektifiniz gibi, iş birliğine dayalı bir yapı o da. Spotify gibi platformların ne kadar yıkıcı olduğunu fark ettiğimde, ironik ama insanlar bu hizmetlere para öderken müzisyenlerin para kazandığını sanıyorlar ki bu doğru değil, ben de dedim ki, “Spotify’a laf anlatamayacağımıza göre neden alternatif bir sistem kurmuyoruz?” Amerika’da bir organizasyon, sanatçılara dinleme başına 1 cent ödenmesi için Spotify üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Spotify bunu tabii ki yapmayacak. Bir cent zaten para değil ama mesele şu: Spotify gibi şirketler, yani büyük sermaye, tarihte kaç kez insana faydası dokunacak bir iş yapmıştır? Hiç.
Bu zaten ‘şirket’ denen şeyin doğasına aykırı.
Aynen öyle. Yani bir şirketi insana faydalı olmaya ikna edemezsin. Yapabileceğin tek şey, alternatifler üretmektir. Bu yüzden deneysel müzik için, Catalytic Sound topluluğundaki müzisyenlerle birlikte bir dijital yayın platformu kurduk. Platformun kendisi ekosistemin içinden doğdu. Amacım, deneysel müzik için herkesin erişebileceği bir yayın platformu oluşturmak. İnsanlar bu türden bir müzik için nereye gideceklerini bilsinler, sahiden istedikleri müziği dinlesinler ve sanatçılar da karşılığını alsınlar.
Buraya sistemi analiz ederek vardım. Sürdürülebilirlik için sağlıklı bir ekosistem lazım. Bu da çeşitlilik demek, biyolojik çeşitlilik gibi düşün. Dünyada tek domates türü kaldıysa buna felaket derler. Bilim bunu söylüyor. Kültürde de durum aynı. Müzikte de tek bir yüz, tek bir tür olamaz. Çeşitlilik lazım: Genç yaşlı, farklı kökenlerden, dünyanın farklı yerlerinden insanlar bu işe katkı koymalı. Ancak o zaman zengin bir kültür ortaya çıkar. Sürdürülebilirliğin de temeli buna dayanır.
Burada şunu eklemek istiyorum çünkü bana kalırsa önemli: İstanbul’da Peter Brötzmann için bir anma konseri düzenlendi. Brötzmann’ın müziğinin şehirde çok geniş bir dinleyici kitlesi olduğunu söyleyemeyiz ama buna rağmen böyle bir etkinlik düzenlenebildi. Şunu hatırlatmak isterim: İnsanlık tarihinde herhangi bir büyük sermaye odağının ölümü üzerine hiçbir zaman anma töreni düzenlenmemiştir. Sanatçılar önemlidir, bu kadar basit. Bu yüzden kültüre katkıda bulunmamız gerekiyor. Sizin yaptığınız şey benim için çok ilham verici ve çok önemli.
Böyle düşünüyorsan ne mutlu. Gerçekten. Bunları duyduğumda, ne yapıyorsam onu yapmaya devam etmek için güç tazeliyorum ben de. Ayrıca şunu da görüyorum: Kooperasyon (cooperation) şirketleşmeden (corporation) çok daha üretkendir. Daha çok şeyin gerçekleşmesine vesile olur. Daha çok konser, daha çok üretim, daha çok dostluk… Bence bu çok daha heyecan verici bir yaklaşım.
Zaten şartlar gittikçe daha da zorlaşıyor. İnsanlar için en basit uğraşlar bile daha güç hâle geliyor. O yüzden bu zorluklara karşı koymak, iş birliği yapmak, farklı faaliyet alanları arasında köprüler inşa etmek çok değerli. Ne olursa olsun, her şeye rağmen, her türlü bilgi inanılmaz hızlı yayılabiliyor. Evet, bunun başlı başına sakıncaları var, bunu inkâr etmiyorum ama… Bak, sen şu an benimle konuşuyorsun. Müzik yapmaya başladığım yıllarda seninle böyle sohbet edebileceğim kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Senin beni tanıman bile çok zordu.
Hatta belki imkânsızdı. Ben sizi internet sayesinde tanıdım.
Kesinlikle. İnternetin türlü sakıncası var ama bak işte, bu tarz etkileşimleri de mümkün kılıyor. Biz de bunları kullanmalıyız. Bunlar sadece araçlar. Bilgisayar dediğin öyle alelade bir daktilo değil, elinin altında bilgisayar varsa bilgiye erişme şansın da var ama elbette bu bilgiyi filtreleyebilmen, eleştirel bakabilmen gerekiyor. İnternette karşına çıkan ilk şeye bel bağlarsan zaten manipüle edilmiş bir seçenekle yola devam ettiğini bilmen gerekiyor. Yani sorumluluk sana düşüyor: duyduğun her şeye eleştirel yaklaşmak zorundasın. Bunu başarırsan, o zaman internet dediğimiz bu araç birden çok işe hizmet ediyor.
İlk kez Brezilya’ya, São Paulo’ya gittiğimde mekân tıklım tıklımdı. Daha önce hiç Brezilya’da bulunmuştum, albümlerimin ora dağıtılıp dağıtılmadığından emin değilim. Dedim ki, “Siz beni nereden tanıyorsunuz?” Verdikleri cevap: YouTube. Ki bu olay yaklaşık 20 yıl önceydi.
Brezilya’da tanınıyor olmayı hiç hayal etmiş miydiniz? Oraya gidip hazır bir dinleyiciyle karşılaşmayı?
Asla. İnanılmaz bir şeydi. Gerçekten. O zaman fark ettim bunun bir araç olduğunu. Benim yaşımdakiler bu yeni teknolojiye başta çok direndi. Herkesin elinde kamera vardı, konserlerde telefonla çekim yapılıyor tabii. Çekenler de kimseye sormadan videoları internete yüklüyordu. Biz de aramızda tartışıyorduk: “Acaba seyirciye çekim yapmamalarını mı söylemeliyiz?” Ama Pandora’nın kutusu bu işte. Akıllı telefonlar her yerde. Bunu engelleyemezsin. Ama Brezilya’da o deneyimi yaşadıktan sonra şunu düşündüm: Bu bir araçsa, daha büyük bir hedef için kullanılabilir. O zaman neden bu içerikleri kullanarak dinleyici kitlesini büyütmeyelim?
Umuyorum o insanlar da bundan faydalandılar o zaman. Heyecanlandıkları yeni müziklerle karşılaştılar. Bu da beni davet etmelerine vesile oldu. Daha ne olsun.
İnternetin ve özellikle mobil cihazların yaygınlaşması, bağımsız sanatçılar için başta büyük bir coşku dalgası yarattı. İşler bir süre yolunda gidiyor gibiydi ama çok geçmeden alanı dev platformlar domine etti ve bağımsız sanatçılar için nefes alacak yer kalmadı. Bu bağlamda Catalytic Sound çok önemli ve benzersiz bir örnek. Bu konudaki düşünceleriniz neler? Bugün bir bağımsız sanatçı hayatta kalmak ve üretmek için ne yapmalı?
Ben 60 yaşındayım. Çevremdeki genç insanlardan çok şey öğrendim. Onlar bu araçları daha iyi kavrıyorlar. Ama bu araçlar oldukça sorunlu. Meta gibi platformların ya da başka sosyal medya şirketlerinin kimin neyi göreceğini manipüle etmesi büyük bir problem, evet. Sanatçılar için, özellikle müzisyenler için kendilerini fark ettirmek, bir dinleyici kitlesi oluşturmak her geçen gün daha da karmaşık hâle geliyor. Ben bunu biraz da gazetelerin neredeyse tamamen yok olmasına bağlıyorum.
Eskiden, büyük şehirlerde çıkan gazetelerde haftalık sanat sayfaları olurdu. Konser ilanları, eleştiriler… İnsanlar bu gazeteleri okur, kentin kültür hayatında olup biteni takip ederdi. İstanbul’da da eminim benzeri vardı o zamanlar. Şimdi bunlar yok. İnsanlar artık telefonlarında aşağı yukarı kaydırıp duruyor. Sanat sayfalarına girip konser bakmıyor kimse. O yüzden bir konser ilanı orada görünse bile, ekrandadan fışt diye kayıp geçiyor. İnsanlar göremeden kayboluyor.
Peki nasıl görünür olacağız? Birileri bizim ne yaptığımızdan nasıl haberdar olacak? Yine dönüp dolaşıp şuna geliyoruz: Bu araçları doğru kullanmayı öğrenmek gerek. İnsanlar benimle dalga geçiyor; çünkü sosyal medyada uzun yazılar yazıyorum. “Kimse okumuyor ki bunları” diyorlar. Belki haklılar ama benim için önemli.
Ben sizin Instagram ve blog içeriklerinizin hayranıyım.
Çok teşekkür ederim. Bence önemli bunları yazıp yayımlamak çünkü biz sahada olan insanlarız. Ne yaptığımdan haberi olmayan birinin beni insanlara tanıtmasındansa kendimi uzun uzun anlatmayı tercih ederim. O yüzden sosyal medyayı severek kullanmıyorum belki ama yazıyorum. Okuyana ulaşıyor. Bu şekilde kendi perspektifimizi anlatıyoruz, kendi sesimizle anlatıyoruz.
Bir başka önemli şey de şu: Bence işler yeniden ‘oldschool’ yöntemlerle yürümeye başladı. Mesela poster asmak, plakçılara broşür bırakmak… Plakçılara gelen insanlar zaten müzikle ilgileniyor. Onlara ulaşma şansın yüksek. Posteri gören birinin aklında o konser, Instagram’da kayıp giden bir gönderiden daha çok iz bırakıyor. Belki bunlar yaşlı adam nasihati gibi geliyor ama… Gerçek bu. Çok çalışmak gerek.
Hayat bence sıkı çalışmaktan ibaret. Sosyal medya öncesinde de insanlar sanatlarını duyurmak için çok çalışıyordu.
Bu sefer de algoritmalarla ve şirketlerle uğraşmak zorundayız. Yani değişen yine sadece araç. Eskiden ben Chicago’da sokak sokak dolaşıp afiş yapıştırırdım, telefon direklerine poster asardım. Baya baya bir adres listem vardı, her konser için insanlara kartpostal gönderirdim. Saatlerce oturup zarflara pul yapıştırırdım falan. Şimdi algoritmalarla uğraşıyoruz. Durum farklı ama mantık aynı, biz de bu mantığı anlamakla yükümlüyüz.
Üstelik bunu birlikte yapmakla yükümlüyüz. Son zamanlarda pek çok sanatçı ve organizasyonla bunu konuşuyorum. Bence şu anda kaynaklarımızı başkalarıyla paylaşmanın ve birlikte çalışmanın en etkili yolu, benzer hedeflere sahip kurumlarla iş birliği yapmak. Bu tür ortaklıkların anlamı sadece yerel değil, küresel bir dinleyiciye hitap etmekte yatıyor. Evet, Ankara’daki ya da İstanbul’daki dinleyicinin kendi koşulları içinde ulaşabildiği her şey önemli ama Chicago’daki biriyle çalışmak kadar seninle çalışmak da benim için bir o kadar anlamlı. Alımlayıcı da sanat da artık her yerde.
Bu şikayet edilebilecek bir şey de değil üstelik, tam aksine. Diyelim ki konser verdin ve sadece bir telefonun var. Artık o konseri canlı yayınlayabilirsin. Ankara’daki bir konseri dünyanın dört bir yanından insanlar izleyebilir. Bu da Covid’den bize kalan nadir iyi şeyden biri. Pek çok insan bu süreçte canlı yayın yapmayı öğrendi. Mekânlar bu teknolojilere yatırım yaptı. Evet, şu an insanlar yeniden konserlere gidebiliyor ama sözgelimi Ankara’da mükemmel bir grup var ve ben orada olamıyorum ama yine de onları duymak, görmek istiyorum. Artık bu mümkün.
Bence organizasyonların birlikte çalışarak bu konserleri duyurması, hatta belki düşük bir ücretle bu canlı yayınlara bilet satıp ekosistemin içine biraz daha para kazandırması, ekosistem adına çok faydalı olur. Böylece konser sadece orada olanlara ait bir deneyim olmaktan çıkar. İnsanlar “Neden kimse gelmedi?” diye üzülmek yerine daha geniş bir kitleye ulaşabilir. Ben Brezilya’daki dinleyicilerimi aramamıştım, dedim ya, onlar beni buldu.
Siz sık sık kendinize “Duke Ellington olsa ne yapardı?” diye soruyorsunuz. Ben de şimdi size sormak istiyorum: Sizce Duke Ellington, sizin kısıtlı kaynaklarla oluşturduğunuz bu imkânları görse, ne yapardı?
Duke Ellington pek çok anlamda bir dâhiydi ama işin ticari tarafına da kafası basardı. Kariyerinin sonlarında medley‘lerden oluşan albümler yapması çok eleştirilmişti. Eleştirmenler sürekli “Yahu bu parçaları 1920’lerden beri çalıyorsun, hâlâ mı aynı şarkılar?” deyip duruyordu.
Sonradan öğrendim ki bunu yapmasının çok basit bir sebebi var: Medley’de birden fazla şarkıyı çalınca, o şarkıların teliflerinden toplu olarak gelir elde ediyordun o zaman. Bu telif geliri, big band’in ayakta kalmasını sağlıyordu. Şimdi öyle bir sistem yok. Telif organizasyonları (Amerika’da ASCAP, BMI gibi) artık o şekilde ödeme yapmıyor. Sistem tamamen değişti.
Soruna dönersek: Duke Ellington bugünkü şartlarda da bir yolunu bulurdu. Big band’ini big band’lerin yok olmaya başladığı bir çağda ayakta tutmayı başarmış birinden söz ediyoruz. 1970’lere, ölümüne kadar turneye çıkmaya devam etti. Sun Ra da aynı şekilde. Çok sıradışı müzik yapan büyük bir orkestrayı ayakta tutmuştur o da.
Sun Ra, o büyük orkestrayla İstanbul’da da çalmıştı.
Gördün mü? Sun Ra bunu nasıl yaptı biliyor musun? Bunu asla bir eleştiri olarak söylemiyorum: Gösteriyi işin içine katarak. Danslar, şarkılar, kostümler, uzay ve Satürn teması… Bir Sun Ra albümünü açtığında bazen “Bu ne ya?” diyordun o zamanlar ama konserine gidenler “Bir dahaki gelişinde mutlaka Sun Ra konserine git!” diyordu. Bambaşkaydı çünkü. Bütün o şovun içinde muazzam müzik vardı. Yani form olarak bunu süsledi ama içerik yine sağlamdı. Burada bir tür deha var.
Duke Ellington ve Sun Ra, big band’leri yaşatmak neredeyse imkânsızken bunu başardılar. Şimdi hayatta olsalar, ellerindeki araçları en iyi şekilde kullanmanın yolunu bulurlardı. Nasıl yaparlardı bilmiyorum, ben de bugün aynı sorunu çözmeye çalışıyorum.
Benim iki amacım var: Birincisi, müzikten geçimimi sağlamak. İkincisi, yaratıcı anlamda hayatta kalmak. Bunun için turneye çıkmam gerekiyor. Chicago’da konser verebilirim, evet ama bu konserler kapı payı usulü genelde. Bazen kalabalık oluyor, bazen kimse gelmiyor. Akıbeti belirsiz. Chicago’daki konserlerden gelen parayla faturalarımı ödeyemem. Bu yüzden turneye çıkmam gerekiyor.
Ayrıca birlikte çalıştığım insanların çoğu başka ülkelerde yaşıyor. Benim onlara gitmem lazım çünkü onların buraya gelişi göçmenlik yasasıydı, vize sorunlarıydı derken giderek zorlaşıyor. Niye siz gelmiyorsunuz diyemiyorum, haklılar çünkü.
Onlara gidebilmek için de konser ayarlamam lazım. O konuda da işler sürekli değişiyor. Sürdürülebilir bir yapı kurmak istiyorum. Hem ben hem birlikte çalıştığım müzisyenler adil ücret alsın istiyorum ama aynı zamanda saçma sapan paralar istememeye çalışıyorum çünkü istersem organizatör tüm bütçesini bana harcamış oluyor ve başka müzisyenlere para kalmıyor.
Geçenlerde Polonya’daydım. 100 kişilik bir konserde çaldık. Bilet 5 dolardı. Grup toplamda yaklaşık 500 dolar kazandı. Aynı anda Varşova’daki büyük bir salonda başka bir konser vardı. Kontenjan 500 kişiydi ve salon doluydu, biletler 20 dolardı. O projeye ayrılan bütçe 100.000 euro civarındaydı. Bizim konserde 100 kişiye 500 euro. Diğerinde 500 kişiye 100.000 euro. O 100.000 euro farklı konserlere dağıtılsaydı kaç sanatçı sahne alabilirdi?
Muazzam paralar bunlar.
Aynen öyle. Kaç kişi daha müzik yapabilirdi, değil mi? Binlerce… O yüzden şu anda benim kafamda olan şey şu: Bu kaynağı nasıl dağıtırız? Bu imkânları nasıl paylaşırız? Daha fazla insan nasıl üretir, daha fazla insan bu üretimlere nasıl ulaşır?
Çünkü senin de dediğin gibi, bugünün ruhu insanlara ‘yıldız ol’ diyor. “Bir anda parlarsın.” 500 kişiye bir gecede çalmak istiyorlar, 10 farklı salonda 10 farklı dinleyiciye çalmaktansa…
Albert Ayler geliyor aklıma. Onun zamanından bugüne durum aslında çok da değişmedi. Sadece depresyonun kaynağı değişti. Şimdi insanlar daha da çok ‘yıldız’ olmak istiyor. Influencer ve girişimci kültürünün etkisi bu tabii. Ben gerçekten inanmıyorum Ayler’ın yıldız olmak istediğine. O sadece kendisi olmak istiyordu ama o zamanlar bu bir seçenek değildi.
Ama umutluyum. Çünkü sizin gibi insanlar var. Az önce söyledin, İstanbul’da Brötzmann için anma konseri yapıldı. Bu muazzam bir şey.
Sen röportajın başında bana “Yaptığınız işi nasıl sürdürebiliyorsunuz, motivasyonunuz ne, rutininiz nasıl?” diye sordun. Sana tüm samimiyetimle söylüyorum, seninle sohbet edebilmek bile beni motive etmeye yetiyor.
Bunu duymak beni gerçekten çok mutlu etti.
Daha önce tanışmıyorduk ama bu konuşma sayesinde seni tanıdım. Şimdi birlikte çözüm yolları arıyoruz, enerji üretiyoruz. Tek başıma bir masada oturup değişim beklemekten çok daha anlamlıdır bu. Sen kendi kentinde, ben kendi kentimde bir şeyler yapıyoruz. İnsanları bir araya getiriyoruz. Zor şartlara rağmen faaliyet üretmenin, sürdürülebilirliğin yollarını arıyoruz durmadan. Senin de az önce adını andığın tüm o insanlar da dönemlerinde bir ton zorlukla mücadele etmek zorundalardı.
Siyahi Amerikalı müzisyenlerden bahsettin mesela. O insanlar tarih boyunca üst üste yığılmış engellerle mücadele ettiler. Buna rağmen müzikte, sanatta, edebiyatta, sinemada öyle büyüleyici eserler verdiler ki… Amerika’dan çıkan en önemli sanatçıların çoğu siyah topluluklardan gelmiştir. Üstelik biz burada hâlâ bu topluluğa karşı sistematik şiddet haberleri izliyoruz. Bunu aklım almıyor gerçekten.
Burada aklıma kendi arkadaşlarım, onların yaşadıkları zorluklara rağmen yaptıkları yaratıcı işleri geliyor. Nedir bunlar? Engellere rağmen direnmeye devam etmektir. Bunu da ancak yaratıcılık mümkün kılar
Büyük şehirlerdeki okullarda, özellikle de siyah öğrencilerin gittiği devlet okullarında artık müzik eğitimi yok. Enstrümanlara erişimleri yok. Onlar ne yaptı peki? Hip-hop’ı doğurdular. Turntable’ı bir enstrüman olarak yeniden kurguladılar.
Sonra da sample‘lar kullanmaya başladılar.
Evet! Yepyeni bir yöntem geliştirdiler. Yepyeni bir müzik formu doğdu. İyi ya sonra? Bu kez yasaklar geldi. O sample’ların yaratıcıları değil ha, avukatlar yaptı bunu. Sample kullanımı gittikçe zorlaştırıldı. Ama ne oldu? Farklı yollar buldular. Hank Shocklee bir yöntem geliştirdi, hoş nihayetinde o da engellendi ya. Artık De La Soul’un 3 Feet High and Rising albümü gibi bir şey yapmak neredeyse imkânsız. Çünkü telifler yüzünden ekonomik olarak mümkün değil.
Sonra J Dilla çıktı. Yepyeni bir yöntem geliştirdi ve inanılmaz müzikler yaptı. İşte engellere rağmen yaratıcı aksiyonun gücü bu! Bu işler yapılabiliyor. Tarihimizde bunu başaran sayısız insan var.
Bence sanatta engel olmadan üretim mümkün değil. Rönesans’a bile baksak… Caravaggio örneği mesela. Onun kişisel başkaldırısını geçtim, içinde bulunduğu hayat şartlarında o sanatı yapması mümkün görünmüyor ama o buna rağmen gürül gürül bir varoluş gösterdi. Sanat, bana göre, tamamen engellerle baş etme biçimi. I. Dünya Savaşı sırasında askerler arasında popüler olan bir şarkı vardır, bilirsiniz siz de: “We are here because we are here.” (Buradayız çünkü buradayız.) Ben ne zaman bir zorlukla karşılaşsam bu söz zihnimde beliriveriyor. “Tamam, buradayız çünkü buradayız. Şimdi ne yapacağız?” diye soruyorum. “Neden buradayım?” ya da “Bu durumda nasıl hayatta kalacağım?” gibi sorularla değil de “Buradayım, peki şimdi ne yapabilirim?” diyerek yola devam etmenin olanaklarını arıyorum.
Bu çok güzel bir yaklaşım. Sanatçı olarak yaptığımız işin anlamını ifade etmenin yollarını bulmak önemli. Fassbinder’i biliyorsundur, yönetmen olanı, aktör olan Michael Fassbender değil. Rainer Werner Fassbinder. Bir röportajında şöyle bir şey söylüyor: “Hiçbir şeyin önemi yok. Ama neden olmasın? Neden yine de bir şeyler ortaya koymayalım?” Yani sanatın bir devrim yaratacağı romantik bir inanç var ya, evet, kulağa güzel geldiği kadar hakikattir de o inanç: Steve Albini’nin dediği gibi, devrim birey birey olur. Tek tek insanlarda birikir.
O yüzden “Niye yapıyoruz?”, “Ne önemi var?”, “Kimse umursuyor mu?” gibi sorular yerine şunu sormalıyız: “Bu duruma ben ne katabilirim?” Yapabileceğim ne var? Kültür ortamına nasıl katkıda bulunabilirim?
Bu işin en güzel yanı şu: Mike Watt’ın We Jam Econo belgeselinde söylediği bir söz var,ben buna yürekten inanıyorum, “Topluluğun bir parçası olmak için yapman gereken tek şey katkıda bulunmak.”
Yani müzisyen olmasan bile, bir dinleyiciysen söz gelimi, poster tasarlayabilirsin, afiş asabilirsin, gruba yemek hazırlayabilirsin, müzisyenleri evinde misafir edebilirsin… Katkıda bulunmanın binlerce yolu var. Evet, karşında tonla engel olabilir ama bir kişi bile ‘önemsiyorum’ diyorsa, bir kişi bile gerçekten ilgileniyorsa, o bir kişi niceliğinin ötesinde anlamlara gelir.
Ben bir zamanlar Boston banliyösünde yaşayan bir çocuktum. Yıllar sonra Gétatchew Mekurya ile Addis Ababa’daki Ulusal Tiyatro’da sahneye çıktım. Bu nasıl oldu? Bunun arkasında modern bir algoritma yok. Bu insana has gerçek bir yolculuk. O yolculuğun her aşaması beni bir sonraki adıma götürdü. Böylece Terrie ve The Ex grubuyla tanıştım mesela. Onlarla vakit geçirdikçe, bir şeyler öğrendim. Sonunda “Ben de bu projenin parçası olabilirim.” dedim.
Bir şey yapmak gerek değil mi?
Kesinlikle. Bir şey yapmak gerekir çünkü bu adımlar dağılmaz, birikir. Her zaman Sisifos anlatısı gibi kayayı tepeye iterek yürümez bu işler. Bir bakmışsın senin yarattığın kartopu aşağı yuvarlanmış da çığ oluvermiş.
Kaldı ki bu işte başarısızlık diye bir şey yoktur bence.
Aynen öyle. Gerçek başarısızlık hiçbir şey yapmamaktır. Röportajın başındaki soruna dönersek, rutinlere, disipline ve saire, bence burada çok önemli bir kavram var: Özeleştiri (self critique). Negatif anlamda kendini yermek (self criticism) değil kastım. Gerçek bir özeleştiri. Yaptığın işe dönüp bakmak, “Daha iyisi nasıl olur?” diye sormak. Kendi vizyonunu bir sen bilirsin. Hatta bazen bunu kelimelere bile dökemeyebilirsin ama o dürtü hep vardır insanda: “Ben bu yöne doğru ilerliyorum, bu konuda daha çok bilgiye ihtiyacım var, bu sanatçı beni büyülüyor, daha fazlasını keşfetmeliyim.”
Gerçek başarısızlık bu soruları sormamak olur. Bu soruları sorabilecek tek kişi, sürecin tam kalbinde olan kişidir. Bir turne nasıl düzenlenir? Ancak kendin yaparak öğrenirsin. Önce bir konser ayarlarsın, sonra turne gelir. Konser vermek için prova yaparsın. Prova yapmak için müzik yazman gerekir. Bu öyle gizemli bir şey değil, pratiğe ait meseleler bunlar. Bugünkü o ‘yıldızlık’ kültürü, başarı saplantısı, şöhret… İnsanları bu tür sorulardan uzaklaştırıyor.
Benim çevremdeki herkes iş birliği içinde çalışıyor. Herkes bu ekosistemin gelişmesini istiyor. Herkes ‘birlikte’ düşünmeye çalışıyor. Kendileriyle aynı doğrultuda düşünen insanlarla bir araya gelip enerjilerini artırmak istiyor.
Gerçekten seninle aynı frekansta olan biriyle yapılan anlamlı bir konuşma, her şeye bedel bana göre.
Aynen öyle. Çünkü o zaman yalnız olmadığını fark ediyorsun. Bahsettiğin izolasyon, sosyal medyanın, şirketlerin, politik sistemlerin bizi ayırma çabası… İşte bu tür sohbetler, sokakta bir arkadaşınla yapılan bir muhabbet, bir konserde ya da bir müzede tanıştığın biri… Bunlar yaratıyor enerjiyi. Yalnızlık hissini bunlar dağıtıyor. Aslında zaten yalnız değiliz.
Ama o birliktelik hâlini aktif olarak sürdürmemiz gerek. Çünkü mevcut sistemler bizi sürekli ayırmaya çalışıyor. Bu yüzden iş birliğine yönelmemiz gerekiyor. Birlikte olmayı seçmemiz şart. Yoksa yalnızlık kaçınılmaz olacak. Düzen bunu bilinçli olarak yapıyor, komplo teorisi filan değil bu, görmek için şöyle etrafa bir bakmak yeter.
Kesinlikle. Bence bu bireylerin gerçekten ‘birey’ olabilmesi için ödeyeceği bedeli de katlıyor.
Çok doğru bir noktaya parmak bastın. Benim içinde bulunduğum yaratıcı alan—doğaçlama müzik—şunu çok net biçimde savunuyor: Bir grupta hiç kimse sadece bireysel davranamayacağı gibi, herkes birey olmak zorundadır da! Kendi özgün katkını sunmalısın. Bu işin kuralı bu. Bu bireysellik bir kolektif içinde anlam kazanıyor.
İyi bir grup, bireylerinden daha güçlüdür. O grup öyle bir enerji yaratır ki, bunu bireylerin tek başına başarması olanaksızdır. Herkes aynı şeyi aynı şekilde çalarsa o enerji oluşmaz. Bu yüzden iş birliği içinde birey olmak çok önemli. Gerçekten katkı sunduğun bir projeye kendi benliğini katmak… İşte asıl mesele bu.
Ama eğer yalnızsan, tek başına bir odada oturup sosyal medya aşağı yukarı kaydırıp bir de üstüne çaresiz hissediyorsan o zaman birey olmanın da anlamı kalmıyor. O bireysellik bir karşılık bulmaz yaşamda. Eğer bireyselliğini hayal ettiğin projelere katkı sunmak için kullanırsan, o projelerin hayata geçmesini sağlarsın. En güzel bütünleşme budur: Hem kendin olursun, hem bir şeye katkı sunarsın. Hem de bu saçma zeitgeist’ı—‘başarılı olmalısın, zengin olmalısın, lüks saat takmalısın’ gibi boş inançları—bir çırpıda ufalarsın. Gerçekten neyin önemli olduğuna karar verirsin. O önemli şeylerin gerçekleşmesi için ne yapabilirim diye düşünürsün. Belki bu ev konseri düzenlemektir. Evindeki salon büyüktür, “Ben müzik yapamıyorum ama bu müziği seviyorum. Evimi ayda bir kez açabilirim.” dersin. “Bu da benim katkım.”
Hayatta olmak demek tam da budur işte. Diğer türlüsü felakete katkıda bulunmak.
Evet! Felaketi durdurmak yerine, onun yaratılmasına katkıda bulunmuş oluruz.
Instagram ve blog yazılarınızdan daha önce de bahsetmiştik. Babanızın yazar olduğunu bildiğimiz için, okumanın ve yazmanın sizde çocukluktan beri doğal bir alışkanlık olduğunu varsayabiliriz. Kitaplar ve yazmak sizin için ne ifade ediyor? John Zorn’un Arcana: Musicians on Music kitabı gibi uzun soluklu projelere, Sound American ve Catalytic Quarterly gibi yayınlara katkıda bulunduğunuzu biliyoruz. Kişisel bir kitap projeniz var mı?
Aslında bu fikirle bir süredir oynuyorum. Hatta birkaç kişi de bu konuda bana geldi, birlikte kitap projesi yapalım mı diye sordular. Yazıya olan ilgimin yanı sıra röportaj yapmaya da çok meraklıyım. Şimdi seninle sohbetimiz gibi, başka sanatçılarla, müzisyenlerle söyleşiler gerçekleştirmek benim için inanılmaz heyecan verici. Option serisinde Experimental Sound Studio için yaptığım röportajların anlamı da buydu benim için. Sanatçılarla neler yaptıkları üzerine konuşmak beni hep cezbetti.
Ortada bir fikir var, dolanıyor, bakalım, belki röportajlardan oluşan bir kitap olur, belki yaptığım işleri konu alan bir kitap. Bu konuda bir takım görüşmeler sürüyor ama henüz netleşmiş bir şey yok. Zaten müzik tarafı başlı başına o kadar yoğun ki… O yüzden şimdilik sadece bir tür günlük tutuyorum. Ne yaptığımı, nasıl çalıştığımı not alıyorum. Böylece bir gün bir kitap fırsatı doğarsa, üstüne çalışacak bir malzemem olsun istiyorum.